Her sabah güneş, daha ufku yoklar yoklamaz, henüz ışığını toprağın üzerine tam düşüremeden Hasan abinin adımları çoktan atılmaya başlar. Körfez’in o hafif serin sabahlarında, çoğu insan uykunun sıcaklığında kaybolmuşken, Hasan abi her zamanki gibi sessizce hazırlanır, yine aynı düşünceyle güne başlar: “Acaba bugün kamyon batacak mı?”
Bu soru onun için bir korkudan çok, yılların getirdiği bir sezgi, işine duyduğu saygının bir sesi gibidir. Bazen hafif bir tebessümle, bazen derin bir iç çekişle, bazen de toprağın kokusunu içine çeker gibi durup düşünür. Çünkü o, ekmeğini bir makinenin direksiyonundan değil; yüreğinin sabrından, alnının terinden ve toprağın ruhundan çıkaran bir emek adamıdır.
Hasan abiyi izlerken insan şunu anlar: Bazı insanlar iş yapmaz, işi yaşar.
Onların emeği kol gücünden değil, yüreğindeki sadakatten beslenir.
Hasan abinin kamyona binişi bile sıradan değildir. Bir makineye değil, yılların yol arkadaşına uzatılmış bir vefa eli gibidir. Direksiyona dokunduğu an, tüm kaygıları susar, içindeki telaş bir anlığına donar. O an kamyonla birlikte nefes alır, onunla düşünür, onunla yol alır. Ama yine de aklının bir köşesinde o tanıdık cümle dolaşır:
“Ya bu sefer batarsa?”
Kamyonun batması onun için yalnızca işin aksaması değildir; kendi titizliğine gölge düşmesi, emeğinin sekteye uğraması, toprağın inadıyla bir imtihan daha vermek demektir. Bu yüzden en ufak çamurda bile gözleri değişir, toprağa bakışı keskinleşir. Sanki adımladığı yerin gizli bir dilini çözer, toprağın niyetini okumaya çalışır.
Ama bir de Ahmet vardır…
Ahmet, Hasan abinin bu içsel sorgulamalarının tam tersidir. Aynı derecede özverili, aynı derecede çalışkan ama hep yüzünde bir tebessüm, dilinde bir şaka vardır. Ahmet’in varlığı, çalışmanın üzerindeki yükü hafifleten bir bahar havası gibidir. Onların bir arada oluşu, insanı hem güldürür hem düşündürür, bazen de duygulandırır. Aralarındaki o tatlı atışmalar, o içten bağırışmalar:
“Dur Ahmet, sağdan al biraz!”
“Abi batacaz bak, yavaş gel!”
Öyle samimi, öyle doğal, öyle gerçek ki… Yanlarında olmasanız bile kendinizi o ekibin bir parçası gibi hissedersiniz.
Onların dünyasında kavga yoktur; stresin tatlıya çalan yankısı,
zorluğun dayanışmaya dönüşen soluğu,
emeğin kardeşliğe karışan sesi vardır.
Birinin sesi yükseldiğinde diğeri gülerek düşürür.
Biri endişelenince diğeri moral olur, “Hallederiz abi merak etme,” der.
Dakikalar içinde stres düğümü çözülür, yerini gülüşler alır.
Bu yüzden onların dokuz yıldır omuz omuza verdiği beraberlik, sıradan bir çalışma ilişkisi değil; dostlukla büyümüş, alın teriyle yoğrulmuş bir kader ortaklığıdır.
Dokuz yıl…
Bir ömrün içinde kısa gibi görünür ama her günü ayrı bir hikâye, her sabahı ayrı bir mücadele, her akşamı ayrı bir yorgunluk taşıyan uzun bir yolculuktur. Aynı yola çıkmak, aynı kamyonun sesini duymak, aynı çamura batmak, aynı yağmurda ıslanmak, aynı güneşte terlemek… Bunlar insanı iş arkadaşı değil, ömür yoldaşı yapar.
Yağmur yağar, toprak ağırlaşır, çamur diz boyu olur.
Ama Hasan abinin yüreği yine aynı güvenle atar: “Allah’ın izniyle bugün de hallederiz.”
Ahmet’in gözlerinde ise aynı dostça kararlılık vardır: “Sen merak etme abi, birlikteyiz ya… Gerisi kolay.”
Ve gerçekten de öyledir.
Ne çamur ayırır onları,
ne yağmur,
ne yorgunluk…
Çünkü onların işi sadece sondaj yapmak değildir; hayatın bütün ağırlığına rağmen dimdik durmanın ne demek olduğunu anlatmaktır.
Böyle insanlar insana umut verir.
Bu çağda hâlâ işini aşkla yapan, kamyonuna bile vefayla yaklaşan, emek verirken yüzünü kirletmeyen insanların varlığını bilmek, insanın içini ısıtır.
Hasan abinin her sabah endişeyle başlayan günü, Ahmet’in tatlı şakalarıyla yumuşar,
akşam olduğunda geriye hep aynı manzara kalır: Ne olursa olsun pes etmeyen iki güzel insanın çabası.
Bu çaba sadece onları değil, izleyen herkesi ayakta tutar.
Çünkü emek, en saf hâliyle umut üretir.
Ve günün sonunda kamyon batsa da batmasa da, toprağın inadı artsa da, sondaj zorlansa da; Hasan abi ile Ahmet yan yana durdukça hiçbir şey tam anlamıyla batmaz.
Çünkü birlik olanın dirliği vardır.
Gönlüyle çalışan insanın emeği toprağa gömülmez;
aksine her zorlukta daha da filiz verir.
İşte bu yüzden dokuz yılın sonunda geriye yalnızca yorgunluk değil; sevgiye benzeyen bir saygı,
dostluğa benzeyen bir bağlılık,
umuda benzeyen bir güven kalır.
Onların ekmek mücadelesi bize şunu öğretir:
Ne kadar çamur olursa olsun, insanın yüreği doğruysa her bataktan bir çıkış yolu mutlaka vardır.
Ve emek varsa umut, toprağın altında bir yerlerde daima yeniden filizlenir.
Dilerim yolları her zaman açık, kamyonları sağlam, gönülleri aydınlık olsun.
Emekleri hiç solmasın, yüzlerindeki alın teri her zaman bereket getirsin.
Çünkü bu dünyayı güzelleştirenler; tam da böyle sessiz kahramanlardır…
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
ÖZLEM GÖÇER DEMİR
SESSİZ KAHRAMANLAR – 1
SESSİZ KAHRAMANLAR – 1
Her sabah güneş, daha ufku yoklar yoklamaz, henüz ışığını toprağın üzerine tam düşüremeden Hasan abinin adımları çoktan atılmaya başlar. Körfez’in o hafif serin sabahlarında, çoğu insan uykunun sıcaklığında kaybolmuşken, Hasan abi her zamanki gibi sessizce hazırlanır, yine aynı düşünceyle güne başlar: “Acaba bugün kamyon batacak mı?”
Bu soru onun için bir korkudan çok, yılların getirdiği bir sezgi, işine duyduğu saygının bir sesi gibidir. Bazen hafif bir tebessümle, bazen derin bir iç çekişle, bazen de toprağın kokusunu içine çeker gibi durup düşünür. Çünkü o, ekmeğini bir makinenin direksiyonundan değil; yüreğinin sabrından, alnının terinden ve toprağın ruhundan çıkaran bir emek adamıdır.
Hasan abiyi izlerken insan şunu anlar:
Bazı insanlar iş yapmaz, işi yaşar.
Onların emeği kol gücünden değil, yüreğindeki sadakatten beslenir.
Hasan abinin kamyona binişi bile sıradan değildir. Bir makineye değil, yılların yol arkadaşına uzatılmış bir vefa eli gibidir. Direksiyona dokunduğu an, tüm kaygıları susar, içindeki telaş bir anlığına donar. O an kamyonla birlikte nefes alır, onunla düşünür, onunla yol alır. Ama yine de aklının bir köşesinde o tanıdık cümle dolaşır:
“Ya bu sefer batarsa?”
Kamyonun batması onun için yalnızca işin aksaması değildir; kendi titizliğine gölge düşmesi, emeğinin sekteye uğraması, toprağın inadıyla bir imtihan daha vermek demektir. Bu yüzden en ufak çamurda bile gözleri değişir, toprağa bakışı keskinleşir. Sanki adımladığı yerin gizli bir dilini çözer, toprağın niyetini okumaya çalışır.
Ama bir de Ahmet vardır…
Ahmet, Hasan abinin bu içsel sorgulamalarının tam tersidir. Aynı derecede özverili, aynı derecede çalışkan ama hep yüzünde bir tebessüm, dilinde bir şaka vardır. Ahmet’in varlığı, çalışmanın üzerindeki yükü hafifleten bir bahar havası gibidir. Onların bir arada oluşu, insanı hem güldürür hem düşündürür, bazen de duygulandırır. Aralarındaki o tatlı atışmalar, o içten bağırışmalar:
“Dur Ahmet, sağdan al biraz!”
“Abi batacaz bak, yavaş gel!”
Öyle samimi, öyle doğal, öyle gerçek ki… Yanlarında olmasanız bile kendinizi o ekibin bir parçası gibi hissedersiniz.
Onların dünyasında kavga yoktur;
stresin tatlıya çalan yankısı,
zorluğun dayanışmaya dönüşen soluğu,
emeğin kardeşliğe karışan sesi vardır.
Birinin sesi yükseldiğinde diğeri gülerek düşürür.
Biri endişelenince diğeri moral olur, “Hallederiz abi merak etme,” der.
Dakikalar içinde stres düğümü çözülür, yerini gülüşler alır.
Bu yüzden onların dokuz yıldır omuz omuza verdiği beraberlik, sıradan bir çalışma ilişkisi değil; dostlukla büyümüş, alın teriyle yoğrulmuş bir kader ortaklığıdır.
Dokuz yıl…
Bir ömrün içinde kısa gibi görünür ama her günü ayrı bir hikâye, her sabahı ayrı bir mücadele, her akşamı ayrı bir yorgunluk taşıyan uzun bir yolculuktur. Aynı yola çıkmak, aynı kamyonun sesini duymak, aynı çamura batmak, aynı yağmurda ıslanmak, aynı güneşte terlemek… Bunlar insanı iş arkadaşı değil, ömür yoldaşı yapar.
Yağmur yağar, toprak ağırlaşır, çamur diz boyu olur.
Ama Hasan abinin yüreği yine aynı güvenle atar:
“Allah’ın izniyle bugün de hallederiz.”
Ahmet’in gözlerinde ise aynı dostça kararlılık vardır:
“Sen merak etme abi, birlikteyiz ya… Gerisi kolay.”
Ve gerçekten de öyledir.
Ne çamur ayırır onları,
ne yağmur,
ne yorgunluk…
Çünkü onların işi sadece sondaj yapmak değildir;
hayatın bütün ağırlığına rağmen dimdik durmanın ne demek olduğunu anlatmaktır.
Böyle insanlar insana umut verir.
Bu çağda hâlâ işini aşkla yapan, kamyonuna bile vefayla yaklaşan, emek verirken yüzünü kirletmeyen insanların varlığını bilmek, insanın içini ısıtır.
Hasan abinin her sabah endişeyle başlayan günü, Ahmet’in tatlı şakalarıyla yumuşar,
akşam olduğunda geriye hep aynı manzara kalır:
Ne olursa olsun pes etmeyen iki güzel insanın çabası.
Bu çaba sadece onları değil, izleyen herkesi ayakta tutar.
Çünkü emek, en saf hâliyle umut üretir.
Ve günün sonunda kamyon batsa da batmasa da, toprağın inadı artsa da, sondaj zorlansa da; Hasan abi ile Ahmet yan yana durdukça hiçbir şey tam anlamıyla batmaz.
Çünkü birlik olanın dirliği vardır.
Gönlüyle çalışan insanın emeği toprağa gömülmez;
aksine her zorlukta daha da filiz verir.
İşte bu yüzden dokuz yılın sonunda geriye yalnızca yorgunluk değil;
sevgiye benzeyen bir saygı,
dostluğa benzeyen bir bağlılık,
umuda benzeyen bir güven kalır.
Onların ekmek mücadelesi bize şunu öğretir:
Ne kadar çamur olursa olsun, insanın yüreği doğruysa her bataktan bir çıkış yolu mutlaka vardır.
Ve emek varsa umut, toprağın altında bir yerlerde daima yeniden filizlenir.
Dilerim yolları her zaman açık, kamyonları sağlam, gönülleri aydınlık olsun.
Emekleri hiç solmasın, yüzlerindeki alın teri her zaman bereket getirsin.
Çünkü bu dünyayı güzelleştirenler;
tam da böyle sessiz kahramanlardır…